küçük bir çocukken
bu şarkıyı söylemeyi severdim
bu şarkıyı söylemeyi severdim
kurtulsan ilk söyleyeceğin?
bbh.kom çöle aşina ama orada bir fırtına da kopabileceğini henüz konuşmamıştık.
kum fırtınası aşırı ısınma ve soğuma farklarından kaynaklanıyor. geçenlerde esen bi 90’lar rüzgarı bu soruyu düşünmeme vesile oldu.
genelde bu tarz sorulara zaten boğazımıza kadar yumuşak felsefeye battığımız için şakaya vurarak cevap vermeyi de tercih edebiliriz.
çölde kum fırtınasından kurtulsan ilk söyleyeceğin?
“bana mor bi taç lazım”
kedisi olanlarsa her sabah kum fırtınasına maruz kalıyor zaten. daldırdığım kürek gömüye saplanıp kumu havalandırdığında bu sadece bi çiş kutu temizliği değil artık, tuhaf bi ferahlık hissi de geliyor. tişörtümün yakası ile ağzımı ve burnumu kapıyorum.
bu bayram da bazılarımız için bayram gibi geçmeyecek. o halde çölde kum fırtınasından kurtulsan ilk söyleyeceğin? cevap matrix’de kâhin’in dediği gibi “şeker?” mesela.
varsayım olarak henüz yaşamadığımız deneyimler sorulduğunda iyi röportaj veren biri gibi soruyu sorudan sıyrılarak cevaplamaya çalışırız. halbuki bu diğer taraftan metafordur da ve yetişkin insan hayatı boyunca en az 1 kez kum fırtınasından kurtulmuştur.
bir şeyin içinden çıkıp gitmek ferahlık verebileceği gibi ölçülemez bir eksiklik duygusu da yaratabilir. bu o zaman aynı soru mu, çölde kum fırtınasından kurtulsan ilk söyleyeceğin? “bana bi bardak su lazım” çünkü su da önemli.
bir kedi ilanı çıkıyor, bazılarınız altına “ay lüleburgaz’da olsa alırdım, kırklareli’ndeyim tüh” gibi yorumlar yazıyorsunuz. neden yapıyorsunuz bunu? ne alaka?
hayvanları çok seviyorum insanlığı. ve bu insanlık artık resmi olarak da yalnız. nerden mi biliyoruz,
ilk kez 2018’de ingiltere’de yalnızlık bakanlığı kurulmuş. geçenlerde bi fotoğraf atölyesindeyken bunu tesadüfen öğrendim. beraberinde yalnızlık bakanı diye yeni bir siyasi rol de var.
ingiltere’de bir kısmını yaşlıların oluşturduğu 9 milyondan fazla kişinin yalnızlıktan mustarip olduğu söyleniyor. modern yaşamın yan etkisi, cinsiyet kimliği, sevilen kişinin kaybı gibi nedenlerle sorunun daha derin olduğunu düşünen bakanlık boş durmuyor; istatistik bürosu bir takım sorularla ulusal yalnızlık seviyesini ölçüyor, yalnızlık farkındalığına adanmış bir hafta ilan ediliyor falan.
diğer taraftan edebiyat da rahat durmuyor: “biliyor musunuz yalnız ve tek başına iki farklı şeydir”.
bravo, şahane. gelgelelim her şey bir ve tek şeydir. en azından bu yazıda şimdilik böyle olacak.
kitap kulübünde, farklı yaşlarda insanların bir araya gelmesinin yarattığı bir efekt ile, aylak adamı 11 yıl aradan sonra tekrar okudum. 2013 yılındayken kitabın edebiyat dünyasındaki yerini bilmeme rağmen benim için sanırım aşkı arayan bir garip yabancının hikayesiydi. ikinci okumada biraz daha derinleşti tabii.
romanın teması yabancılaşma olgusu ama suyun üzerindeki kısım konu, aylak adamın yalnızlığı.
bay c, “dünyada hepimiz sallantılı ve korkuluksuz bir köprüde yürür gibiyiz” diyor. cehennemin üzerinde duran sırat köprüsünü alıp dünyaya kuruyor ve o dar köprüden ancak tek bir kadın ile el ele geçebileceğine inanıyor ve henüz 28 yaşında. ne hoş değil mi? diil. çünkü bu bey aynı zamanda iflah olmaz bir tip. nasıl mı? okumadıysanız okuyun mutlaka, güzel bir roman.
sıkıntımız gerçekten yalnızlığın kendisi mi? yalnız kalınca tesadüf edilenler bakanlığı mesela.
ulus baker’in anlamayı ele alışındaki gibi yalnızlıkta da tek başına olmak yalnızlığın sadece bir düzeyinden ibaret. insanın kendne bir adım daha yaklaşması bakanlığı ya da. herkesin kendi hızında.
beni pek şaşırtamıyordu. ama dün de gerçekten hazırlıksız ve organik şekilde şaşırınca bu sıralar sık mı olmaya başladı bu, diye sordum kendime. akbank sanat dün saat 16.00’da bir kayıt ol butonu aktif hale getirdi. önceden de duyurdu; 15 kişilik, 3. grubun oluşturulacağı bir alternatif fotoğraf baskı atölyesi. parası neyse vereyim olmadı bütçesini oluşturayım da deseniz bu tarz bir atölyeyi he dediniz mi bulamıyorsunuz. öyle olunca 15.40 itibariyle bilgisayarın başına geçtim. dakikalar yaklaştıkça sayfayı refresh ettim ve kayıt ol butonunu anında yakaladım. bir pop-up açıldı; ad soyad, mail adresi, telefon yazdım diğer sekmede maile doğrulama kodu geldi, mailin ulaştığı saat de 16.00 bu arada, kodu alana yazdım ve göndere bastım. kaç saniye dersiniz? hepsi 25 saniye filan sürdü. yani, saati 16.01 bile edememişken etkinlik kontenjanımız dolmuştur. ilginize teşekkür ederiz, yazdı.
işte benzer bir şaşkınlığı geçen gün ronitlerin boşandığını okuduğumda da yaşadım. vav dedim. varlıkları 2000’lerin başında genç olmuş bir kuşağın aşka dair hayata sunduğu cephelerden biriydi. cesur olmak ve çift olmak. ve varlığını benim bile unuttuğum ilişkilere dair bir inancı sarsıyordu bu haber. şimdi içinizden duygu yine aşırı yorumluyor diyen çıkacaktır ama siz olayları nasıl yorumladığınızın farkında mısınız peki?
geçen kahve sırasındaydım ve biraz uzun bekliyorduk bu sefer. iki önümdeki siparişte nasıl olduysa bir sorun oluştu (kek ve latteden bahsettiğinizde aslında ne konuşuruz, gibi bir şey olmalı bu.) beklerken telefonlara daldı herkes ve kasalardan biri müsait hale gelince önümdeki kız “sıradan alabilirim” seslenişini duymadı. ben de o sırada metropol hayatı içinde uygulamaya müsait “sana soru sorulmadıkça gün içinde ltf konuşma” gibi bir inzivamsının içinde olduğumdan hiçbir şey söylemedim ama iki arkamda duran oğlan dayanamadı ve sırasından önüme doğru uzanıp kıza bakın sizi çağrıyorlar ilerler misiniz? dedi. çünkü bizler sıcak içecek konusunda hassas kişiler olarak gün içinde kahve dükkanlarında sıraya giriyoruz. ben nadiren sıraya giriyorum çünkü ben bir bütçe oluşturma kraliçesiyim.
kız da bunun üzerine sanki 11 dakikadir süren bir tartışmanın canı burnuna gelmiş 12. dakikasındalarmış gibi bakın beni çağırmadı çağırsaydı ilerlerdim tamam mı! dedi.
oğlan da çağırdı ama ilerlemiyorsunuz, dedi. çağırmadı ve sen de bana bağıramazsın! diye ünledi bu sefer.
ben de bağırmıyor ki, dedim istemsizce. çünkü gerçekten biri bağırdığında bunu bilirsiniz.
bu sefer bana dönüp öyle mi sağ ol çok teşekkür ederim, dedi. lanet olsun kim dedi sana ağzını aç diye.
bu genç hanımın odişınının ardından üçümüz barista alanında bardaklarımızı beklerken kafama takılan teşekkür anlamına kavuşmuş oldu. ne ilişkiler ne hayat sanki devamlı olan tek şey diziler ve dizilerin ruhlara neşrettiği hezeyanlar çünkü artık kimseyi kesmiyor kendi salt bireysel hezeyanı.
ben karışmasaydım beklerken oğlan ona aslında ben sana bağırmadım diye tekrar deneyecekti kız da ben de zaten cüzdanımı bavulda unuttum filan. atara atar gidere gider kollekşını düpedüz sabote ettim işte. twitter akışıma düşen dizi parçalarından takip ettiğim kadarı bile kafi, türkiye’de oturup bir bütün dizi izlemek için aklınızı kaçırmış filan olmanız gerekiyor. kahve kuyruklarında falan.
sen ne yapacaksın ki böyle bir kitabı? arka kapağına bakıyor,
ne işine yarayacak? sonra rastgele bir sayfa açıyor sarkastik tavrıyla bir paragraf okuyor.
kitap şu, ferrarisine ağlayan bilge.
varoluş seviyeme hakimiyeti hoşuma gitmiyor değil ama diğer taraftan da gözü yaşlı atilla taş gibi dostoyevski okuyorum, james joyce okuyorum, tolstoy okuyorum ben, diye sayasım geliyor.
yazın yaşanıyor bu. sahaftan almışız bir sürü kitapla birlikte robin sharma’yı.
sizin de sık ziyaret ettiğiniz şehirlerde sahafınız var mı? benim şimdilik eskişehir ve samsun.
çünkü sahaflar ilginç insanlar oluyor. bir keresinde geçmiş tarihli bir serginin kataloğunu satın aldım nadir’den, üç gün geçti hâlâ hazırlanıyor görününce ben de bir mesaj yazıp hatırlatmak istedim siparişim ne aşamada acaba? diye cevap dönmüşler sağ olsunlar “göndericez” tek kelime. “tamam” dedim ben de.
kızım tabii haklı olarak soruyor milletin ilk fırsatta kış kışladığı, kitaplığında görünmesini mesele edeceği bu kitabı sen gittin niye aldın? bu hayat düzeyinde robin sharma tedavülden kalkmış gibi duruyor çünkü.
mesela ben çok yeni ankara’ya gidip dönerken trende momo’yu okumak durumunda kaldım. kızımın kitaplığından bana. bir okuma listesi çerçevesinde ve demokrasinin cilvesi olarak acaba iyi niyetim suistimal mi ediliyor demeden. o yüzden doğru seçimler falan yeri gelince geçiniz.
“Çok fazla sayıda insan güçlerini geliştirmek yerine, zamanlarının çoğunu zayıflıklarına odaklanarak harcıyorlar. ellerinde olmayana yoğunlaşarak sahip oldukları yeteneklerini ihmal ediyorlar. Önümüzde ilerlemiş olan tüm büyük insanların başarılarını garantileyen basit bir stratejileri vardı: Kendilerini biliyorlardı.”
O gün de böyle oldu, ince ince ferrarisini okutan bilge düşünesim tuttu. ebedi peter pan, hayat yarışından muaf, kitap falan yazmış; kızım da “bu mu yani bu mu bu mu?” diye rastgele açıp sayfalarını bana okuyor kuş cıvıltısı.
beyin preslerken “kendini bil”i, bir yüzüne yenişehir’de bir öğle vakti’ni yapıştıryor (tanıdığı varlığına izin verdiği tek zorluk çalışmaktı. yenilmesi gereken bu zorluğa veriyordu bütün gücünü) diğer yüzüne mutsuzluk zamanlarında mutluluk’u ( gizli olan gerçek yaşamın ta kendisiydi) temellerde neyi atlıyor olabilirim derken kendini bil’i çekip almak için; “pardon! bakar mısınız pardon!” basit ama kıymetli bir sesleniş ya da az bir şey değil.
saatini beklerken yan masada bir kadın anlatıyordu arkadaşına, yürüyüş yaparken balıkçılara sinir oluyormuş çünkü yüzüne balık gelmiş. adam oltayı ayıklarken arkası da dönükmüş kadının yüzüne çarpmış balık. bu bir değil hem de iki kere olmuş.
ben yürüyorum adam balık tutuyor orayı kendi malı zannediyor, diyor. ama çamaşır makinesi sesine sinir olurken tepki kontrolü geliştirmiş mesela. öfkeyle arasındaki boşlukta kendine alan açınca oltacıyla da kavga etmeden neyse halletmiş ama ikinci kez yok mu, ikinci kez olunca işte.
balık tutanlara öfke duyuyorum elimde değil, diyor. sonra kendisine soruyormuş ya oltacılardan biri sevdiği bir kişi olsa? ciddi olarak soruyor bunu kendine. öfkelenmemeye çalışıyor.
mesela yazın şezlongda da bir boş bırakmaya özen gösterirmiş. bi space olsun diye, tam bu konuda sevgilisiyle çalıştay yaparken hop o boşluğa gelip biri yerleşiyor, düşünebiliyor musun? bomboş sahilde üç şezlong yan yana diziliyorlar. space mipeys kalmıyor.
bu 2005’de yazdığım bir yazıdan alıntı değil, bir fiil aralık ayında yaşandı. sanki 2005’in derdi gibi durmuyor mu? çünkü 2024’e girerken neredeyse bize biraz alan açılsın diye kültür ve turizm bakanlığının desteği ile çıkan münakaşa olsun, -zaten çölde de ne işimiz var? dedirten süper kupa macerası peş peşe dünyanın çivisi çıkmışken azıcık kendimize gelir gibi olmadık mı?
dünya öyle bir hal aldı ki herkes kendi gündemini yaratmaya mecbur ortalama bir ruh hali yakalamak için tamam da bu kadın her yeri kendisi ile doldurmak istiyor.
ya görüyorsunuz işte doğru düzgün kızamıyorum kimselere eleştiremiyorum kimseleri. eskiden olsa -ben bu kadınla aynı dünyada yaşamıyor muyum acaba falan diye sorardım, şimdi düşüncesini sıkı sıkı giymiş işte diyorum.
belki de sadece değişik bir şeyler anlatmaya çalışıyordur. yani.