bi arkadaşla karşılıklı oturmuş bir tabak falafele çatal sallıyorduk. kuru kuru falafel de değil altında (meğerse) dünyaca ünlü humusu ve birkaç farklı ezmesi de vardı. onlara da batırıyorsun falan. kara dut suyu yanında. yemek yemeği seviyorsanız neredeyse kusursuz bir an. emin olun sebze-bakliyatla aranız iyi değilse bile içinizden yan masada olup lavaş parçalarını havuç taratora batırıp direkt ağzına atmak isteyen olacaktır şart değil dut suyu. öyle bir yer. ve ben yerken kısa film anlatmaya başladım. bu size de oluyor mu? mevzu ne olursa olsun bir şey aralanıyor ve neyse laf bırakıp o gelenden devam ediyorsun.
istanbul’da elektrikler kesilmiş, insanlar tedirgin ve hatta bir kısmı da biraz saldırgan; mumla aydınlatma sağlanıyor, mevsimlerden yaz olduğu için soğutmaya duyulan ihtiyaç malum, elektriğe bağlı altyapı sorunundan su tasarruflu kullanılıyor, bir takım yağma haberleri duyuluyor, halk protesto için toplanıyor, küçük esnaf elinde kalan bozulabilir gıdayı yarı fiyatına satıyor yani sıkıntı var fakat bir yerde o kadar da yok. film elektriğin olduğu istanbul’daki tek evde başlıyor. bizi karşılayan bu kişi 30’lu yaşların başında, erkek ve bekar.
çevresinde bir yardımlaşma mevcut. hikayede ona eşlik eden komşuları hâlâ nezaketlerini koruyor ama kahramanımız biraz da neyin ne olacağını bilememekten dolayı herhalde arafta tavrı ile kendi başına takılıyor annesi dışında kimseye söyleyemiyor bende elektrik var diye. evin imkanlarını açayım bi komün oluşsun falan hiç oralarda değil, rahat da değil. sıkıntının olmadığı evdeki sıkıntı. elektriğini kullanıyor ama suyu dikkatli kullanın dendiği için bulaşıkları bekletiyor. bir ara elektrik idaresini arayıp durumu anlatıyor, aldığı cevap arıza kaydınızı oluşturuyoruz, ekip yönlendiriyoruz. sonra torbalarını taşımasına yardım ettiği genç kadın kapısını çaldığında onu görüyor ama kapıyı açmıyor. kalın perdeleri sayesinde kullandığı ışıklarını söndürüp bu sefer beklettiği kirli bulaşıkları yıkamaya başlıyor.
filmi anlattım ve onu bulamadım yani izledikten sonra kendi kendime yaptığım yorumu. yerinde yeller esiyor. filmin adını da hatırlamıyorum. adı neyse de filmi anlattın, tekrar yorumla? metropol insanı birey olması gerektiğine inanan ama bunu da eline yüzüne bulaştıran toplumsal tuhaf bir canlı. bende elektrik yok hatta ben bile yok olabilirim. ancak topluma uyum sağlayarak devam edebiliyor ve acısını da yağmacıların bir başka versiyonu bulaşık yıkayarak mı çıkarıyor, dedim acaba? hiç tanıdık gelmiyor, şimdi uydurdum bunları. zaten o an yeni bir vitamin mineral setine geçmeye karar verdim. filmin adını buldum sonra. anti kahramanların kullanmayı sevdiği slogan: ben tek siz hepiniz. izlemek de isterseniz.
eve gelince btsh’i tekrar izledim ve ardından mubi lanthimos’un kısası nimic’i önerdi. kelime rumence hiçbir şey demek. hikaye kendini dile getirmek için küçük bir çocukken hepimizin oynadığı o tatsız oyunu kullanıyor. karşımızdakinin sözlerini tekrar etmek, onu kızdırana kadar. ve tahammüller ne çabuk tükenirdi. kimlikle kurduğumuz bağa tuttuğu mercek bağlamında isabetli bir seçim.
bu kısa da izleyicisine onaylı bir kimliğe (erkek, beyaz, aile babası, çello sanatçısı, matt dillon’a benzer vb vs) ve hatta sofistike zevklerine rağmen günün sonunda basit bir soru ile fark etmez hale gelsen, diye soruyor: affedersiniz saatiniz var mı? benlikler kimlikler. bir kadın ya da erkek olmanın aslında sandığımız kadar anlam ifade etmediği yerde bir beyaz erkek de bir afro amerikalının yerine geçer miydi? her şeyin hiçbir şey olabileceği sana ispatlandığında bile kalıplarını, tutunduğun kimliği kenara koyar hayatı bir yerinden yakalayıp devam edebilir miydin? aynen sana yapıldığı gibi. yani kısa film izleyemiyorum diye yakındığım kadar varmış, özlemişim.
sadece kısa film izliyordum hatta sadece mubi izliyordum. sonra bir şey izleyememeye başladım. hâlâ da tam olarak izleyebildiğim söylenemez pek çok şey bana bir hayli balon görünüyor ve herhangi bir anlatıya doğru düzgün sabır gösteremiyorum, ekranın karşısına kurulamıyorum. ama perfect days / mükemmel günler öyle bir sükse yaptı ki bu sefer -ben izleseydim ne düşünürdüm? diye merak ettim.
evet, murakami tokyo’daki 17 ikonik wc’yi temizleyerek hayatını kazansaydı nasıl olurdu? nun anlatıldığı mükemmel günleri izledim.
ben de sayayım mı tek tek? sıradan yaşamın erdemleri işte. hirayama aynı zamanda kendi hayatının editörü de ve seyirci tüm bu olan bitenden ve olup bitemeyenden çok etkileniyor. çünkü artık buna hazırız.
pdays’den önceydi, bi şey okuyordum, neydi o acaba? belki adam phillips. muhtemelen varoluş duyarlılıkları, kimlik performansları hakkında söylediği bir şeye gıcık oldum ya da othello üzerinden kestiği ahkama tam olarak katılmadım. durdum biraz düşündüm ve s’ye dedim ki günümüzde basit, sıradan bi insan olmanın çıtasını aldılar ve yukarı koydular. o da bana katılmadı tabii.
bundan çok değil 30 yıl önce sıradan insan edebi değer taşırdı, şiiri falan yazılırdı. hemen deneyelim:
yün çorapları vardı / ceketini omzuna atardı / taşa bi yumruk salladı / ah be hasan amca.
yani… iyi şiir mesafelidir demişti onur caymaz. biraz üzerinde çalışsam olacak gibi.
bu 4×4’lük editing “gerçekten tuvalet mi temizliyorsun?” sorusu ile bir anlığına boşluğa düşüyor. aklı başında izleyici film boyunca koyduğu tüm pinleri kafasında şöyle bi daha gözden geçiriyor. çünkü bu sahneyi filmden çıkardığımızda tuvalet temizleyen hirayama bize bir şey anlatıyor bu sahneyi eklediğimizde biraz daha farklı bir şey. tuvalet temizleme de güçlü bir metafor ne fark eder ki diyemeyiz. çünkü imkanlarının kısıtlı olması ile kısıtlı imkanlara sahipmişsin gibi yaşamak hatta aileyi protesto etmek başka bir şey. ama hissettiği memnuniyet ve teslimiyet bize geçtiyse ikisinin ortalamasını alıp kendimize buradan bir alan açaradşlfjdfel.
spontane gelişen geziler kadar ileri tarihe bir plan koymak ve zamanı geldiğinde yola çıkabilmek de güzel. genelde bunu yapmayı pek tercih etmiyordum ama biraz olsun esneklik kazandım ve martta planladığım afyon’a hafta sonu 2.kez gitmiş oldum.
ilki frig fotofest içindi, bu sefer 8km’lik frig yolu yürüyüşü vardı; toplamda 2 gün 27km’lik parkur.
afyon, merkezinde sönmüş bir volkanın ve üzerinde kalenin bulunduğu tatlı, güzel bir şehir; frig vadisi muhteşem, görmediyseniz mutlaka gidin.
bu şarkıyı söylemeyi severdim
kurtulsan ilk söyleyeceğin?
bbh.kom çöle aşina ama orada bir fırtına da kopabileceğini henüz konuşmamıştık.
kum fırtınası aşırı ısınma ve soğuma farklarından kaynaklanıyor. geçenlerde esen bi 90’lar rüzgarı bu soruyu düşünmeme vesile oldu.
genelde bu tarz sorulara zaten boğazımıza kadar yumuşak felsefeye battığımız için şakaya vurarak cevap vermeyi de tercih edebiliriz.
çölde kum fırtınasından kurtulsan ilk söyleyeceğin?
“bana mor bi taç lazım”
kedisi olanlarsa her sabah kum fırtınasına maruz kalıyor zaten. daldırdığım kürek gömüye saplanıp kumu havalandırdığında bu sadece bi çiş kutu temizliği değil artık, tuhaf bi ferahlık hissi de geliyor. tişörtümün yakası ile ağzımı ve burnumu kapıyorum.
bu bayram da bazılarımız için bayram gibi geçmeyecek. o halde çölde kum fırtınasından kurtulsan ilk söyleyeceğin? cevap matrix’de kâhin’in dediği gibi “şeker?” mesela.
varsayım olarak henüz yaşamadığımız deneyimler sorulduğunda iyi röportaj veren biri gibi soruyu sorudan sıyrılarak cevaplamaya çalışırız. halbuki bu diğer taraftan metafordur da ve yetişkin insan hayatı boyunca en az 1 kez kum fırtınasından kurtulmuştur.
bir şeyin içinden çıkıp gitmek ferahlık verebileceği gibi ölçülemez bir eksiklik duygusu da yaratabilir. bu o zaman aynı soru mu, çölde kum fırtınasından kurtulsan ilk söyleyeceğin? “bana bi bardak su lazım” çünkü su da önemli.
bir kedi ilanı çıkıyor, bazılarınız altına “ay lüleburgaz’da olsa alırdım, kırklareli’ndeyim tüh” gibi yorumlar yazıyorsunuz. neden yapıyorsunuz bunu? ne alaka?
hayvanları çok seviyorum insanlığı. ve bu insanlık artık resmi olarak da yalnız. nerden mi biliyoruz,
ilk kez 2018’de ingiltere’de yalnızlık bakanlığı kurulmuş. geçenlerde bi fotoğraf atölyesindeyken bunu tesadüfen öğrendim. beraberinde yalnızlık bakanı diye yeni bir siyasi rol de var.
ingiltere’de bir kısmını yaşlıların oluşturduğu 9 milyondan fazla kişinin yalnızlıktan mustarip olduğu söyleniyor. modern yaşamın yan etkisi, cinsiyet kimliği, sevilen kişinin kaybı gibi nedenlerle sorunun daha derin olduğunu düşünen bakanlık boş durmuyor; istatistik bürosu bir takım sorularla ulusal yalnızlık seviyesini ölçüyor, yalnızlık farkındalığına adanmış bir hafta ilan ediliyor falan.
diğer taraftan edebiyat da rahat durmuyor: “biliyor musunuz yalnız ve tek başına iki farklı şeydir”.
bravo, şahane. gelgelelim her şey bir ve tek şeydir. en azından bu yazıda şimdilik böyle olacak.
kitap kulübünde, farklı yaşlarda insanların bir araya gelmesinin yarattığı bir efekt ile, aylak adamı 11 yıl aradan sonra tekrar okudum. 2013 yılındayken kitabın edebiyat dünyasındaki yerini bilmeme rağmen benim için sanırım aşkı arayan bir garip yabancının hikayesiydi. ikinci okumada biraz daha derinleşti tabii.
romanın teması yabancılaşma olgusu ama suyun üzerindeki kısım konu, aylak adamın yalnızlığı.
bay c, “dünyada hepimiz sallantılı ve korkuluksuz bir köprüde yürür gibiyiz” diyor. cehennemin üzerinde duran sırat köprüsünü alıp dünyaya kuruyor ve o dar köprüden ancak tek bir kadın ile el ele geçebileceğine inanıyor ve henüz 28 yaşında. ne hoş değil mi? diil. çünkü bu bey aynı zamanda iflah olmaz bir tip. nasıl mı? okumadıysanız okuyun mutlaka, güzel bir roman.
sıkıntımız gerçekten yalnızlığın kendisi mi? yalnız kalınca tesadüf edilenler bakanlığı mesela.
ulus baker’in anlamayı ele alışındaki gibi yalnızlıkta da tek başına olmak yalnızlığın sadece bir düzeyinden ibaret. insanın kendne bir adım daha yaklaşması bakanlığı ya da. herkesin kendi hızında.