kısa hikayeler-2
YALIDA
Ortamdan ilk sıkılan Nilay oldu. Mete’nin kulağına doğru yükselerek “Bir parti biliyorum”, dedi ve insan selinin arasında omuzları ile kendine açtığı dar koridorda çıkışa doğru yürüdü.
Kapıyı Esin çaldı, açan olmadı. Bir kere daha çaldı, zile düzensiz şekilde peş peşe bastı aynı anda Nilay ellerini irili ufaklı cepleri olan montunun üzerinde dolaştırdı. Bülent dönüp arkasına baktı. Müzik daha net duyulmaya başlayınca, counting stars çalıyordu, kapıyı parti sahibesi açtı; genç, ufak tefek ve mükemmeldi.
Gözleri dört kişinin içinde kardeşini buldu. Hızlıca süzdükten sonra grubu, normalde şaşırması ama söz konusu Nilay ise şaşırmaması gereken bir durumdu bu, arkasını dönüp küçük beyaz salonuna yayılmış altı kişiye baktı. Saat biri geçiyordu. Yılbaşı için duyduğu heves on iki olmadan tükenmişti. Biraz içkili çokça da yorgundu. Hepsinin çekip gitmesini istiyordu ama kurtulmak kolay olmayacaktı artık; özellikle de misafirlerin mideleri seyahatleri vesilesiyle çeşitlendirdiği bar dolabındaki içkiyle doluyken.
Esin ile Nilay mutfakta tabak hazırlıyordu, parti sahibesi “Bu çocuklar nereden çıktı Nilay”, dedi omuzlarını açıkta bırakan siyah kadife elbisesinin içinde bir çakıntı gibi titreyerek.
Esin adanın üzerinde duran votka şişesini kendisine doğru çekti ve önündeki boş bardağı doldurmak için kapağını açtı.
“Divine’da tanıştık”
(parti sahibesi gözlerini yumarak derin bir iç geçirdi)
“Siyah montlu olan Kars’da yaşarken İTÜ’yü kazanmış mavi kazaklı da okuldan arkadaşı Bülent” (sevimli gamzeleri çukurlarından taşar gibi oldu Nilay’ın.)
“Divine çok sıkı mekan yalnız”, dedi Esin.
Parti sahibesi bakışlarını Nilay’dan ayırmadan eliyle “dur” işareti yaptı Esin’e.
“Çok iyi değil mi ya?” diye devam etti Nilay ve bir tane somon kanepeyi löp diye attı ağzına, at kuyruğu başında sarkaç gibi gidip geldi, iki çevirip yuttu lokmasını.
Genç kadın kollarını göğüsünde düğümledi, “Umarım bir şey kırmazlar.”
Nilay bayılırdı böyle kadere ters giden hikayelere, dinlediği an etkilenir etkisini de çabuk tüketirdi. Bu yüzden hikaye avcısı gibi şehrin altını üstüne getirirdi. Esin’e “bana da doldur bir tane” manasında şişeyi gösterdi.
Parti sahibesi kafasını salona doğru uzatıp siyah montluya baktı. Kapıyı açtığında da ilk o dikkatini çekmişti. Liseye başladığı sene sırılsıklam aşık olduğu Mete’ye ne kadar çok benziyordu. Fark ettiği an sürprizle karşı karşıya olduğunu sandı.
O zamanlar içine kapanık bir genç kızdı. Mete’nin gelip konuşmasını beklerken o sınıfından başka bir kızla sevgili olmuştu. Bu hayal kırıklığını atlatamadan başka bir kız ve bir başka kız daha…
İki arkadaş koltukta birbirlerine düğümlenmiş şekilde oturuyor öylece etraflarına bakıyorlardı. Rahat oldukları söylenemezdi. Bu çekingen halleri biraz hoşuna gitmişti.
Genç kadın mutfaktan çıktı, kanepenin çaprazında duran tekli koltuğa doğru yürüdü, oturmakta olan arkadaşının omzuna dokundu. O sırada telefonla konuşan arkadaşı başını kaldırdı, görünce onu gülümsedi, kalkarak yerini verdi. Şimdi siyah montlu ile aralarında iki kolçak kadar mesafe vardı.
Genç adam hemen lafa girdi “Bu tür bir parti olduğunu bilmiyorduk hanımefendi.”
Parti sahibesi elini kulağına götürüp parlak taşı okşarken tebessüm etti.
“Demek istiyorum ki bizi istemezsiniz.”
“Kız kardeşimle ben çok farklı iki kişiyiz” dedi, dokunaklı bir ayrıntıdan bahsettiğinin anlaşılması için gözlerini gözlerinden ayırmadan.
Genç adam “Bir yalıya geleceğimizden habersizdik.” diye tamamladı özrünü.
“Aslında burası sıra yalıların arasında sıkışmış üç kata yayılan bir apartman dairesi gibi. Babam modern mimari tutkusunu dekorasyonda sırasında da dizginleyemeyince… Evime yalı dersem komşulara haksızlık etmiş olurum.”
Siyaha boyatıp düzleştirdiği saçları beyaz tenini iyice ortaya çıkarmıştı.Ölçülü gülümsemesini taşıyan gül kurusu dudakları ve onu tamamlayan bir ton açık allığı hafifçe sürerek yanaklarına kusursuzluğunun üstüne fazla gitmemişti.
Kısa bir sessizlik oldu aralarında.
Siyah montlu yanında oturan arkadaşından çözüldü, montunun fermuarını açtı, yakalarını yatıştırdı, “İstanbul’a Kars’dan üniversite için geldim” dedi, “Oraya yolunuz hiç düşmemiştir.”
“Hayır, düşmedi ama bir arkadaşım fotoğraf çekmek için gitmişti. Türkiye’de karın en çok yakıştığı şehir olabilir.”
Genç adamın yüzü bir anda öyle bir ifadeye büründü ki gülümseyecek mi yoksa gözyaşı mı dökmeye başlayacak anlaşılmadı. Başını dışarı açılan boydan boya cam kapıya çevirdi, ötesini görmeye çalıştı. Yağmur yağıyordu.
Dışarıyı iskelenin önünde sıralanmış iki beyaz direk lambası aydınlatmıştı. Montlu bir kadın ve bir erkek karşılıklı sigara içiyordu. Kendini denizin dalgasına bırakmış küçük beyaz motorlu bir tekne bağlıydı iskeleye. Başını diğer tarafa çevirdi; Bülent yanından kalkmış Nilay’la içki dolabının başında kendilerine bardak hazırlıyor, Esin hararetli şekilde misafirlerden biriyle sohbet ediyordu.
Mete bu sırada genç kadının kendisine baktığını fark etti. Baş başa kaldıklarını anladı. Hafifçe körfez biçimini almış alın çizgisini kaşıdı, ardından siyah gür saçlarının arasında dolaştırdı parmaklarını. Saçları birbirine karışınca şaşkın bir ifade geldi yüzüne. Oturduğu yerde tekrar doğruldu,
“Kendimi tanıtmadım. Adım Mete.”
Parti sahibesi onun lise aşkı Mete olmadığına yemin ederdi pek tabii ama bu isim tesadüfü de gecenin tartışmasız en hoş sürpriziydi artık. Genç adama bir kere daha alıcı gözle baktı; kıyafetlerinin pis mi yoksa eski mi olduğuna karar veremedi, siyah botları miadını doldurmuştu. Kirli sakal bırakmamış olsa lise aşkı Mete geçmişten zaman yolculuğuna çıkmış evin salonunda mola veriyor derdi.
“Füsun ben de” gözlerindeki manayı gizlemeye söz vermiş güçlü kirpiklerini aşıp gelen bir ışıltı yayıldı yüzüne, “Annem küçük bir kızken adının Füsun olmasını çok istermiş.”
Genç adam bir şey unutmuş gibiydi, kalkıp gidecek gibi, başka bir şey ya da.
“İTÜ’den bir arkadaşım var benim de, bu sene son sınıfa geçti, makina okuyor Ahmet Gökbayrak, çok faaldir; tanır mısın?”
“Tanıdığımı söyleyemem, işletme okuyorum ben.”
Zigzaglı şimşekler bir anda salonu aydınlattı peşinden şiddetli bir gök gürlemesi duyuldu. Sese irkildi ikisi de. Yine de az önce cam kapıda beliren manzara görkemliydi.
“İstanbul’da olmaktan memnun musun?”
“Memnun olmak değil de normalde hiç göremeyeceğim bir sürü yer gördüm. İlk fırsatta annemi görmek istiyorum aslında” diye cevap verdi Mete.
Füsun gülümsedi -empati kurmaya alışkın birinin anlayışlı ve sabırlı gülümsemesiyle-
“Arkadaşım beğendiğim iki Kars fotoğrafını bana hediye etmişti. Gel sana onları göstereyim” dedi ve yerinden kalktı. Mete bir şey söylemeden onu takip etti.
Merdivenin başına geldiler, önlerinde yedi basamak vardı. İkinci kata bir solukta çıktılar. Holde durdu Füsun. Yan yana iki beyaz kapıdan başka bir şey yoktu burada. Sağ taraflarında çatı katına çıkan ikinci merdiven yer alıyordu. Üst kattan gelen müzik ve insan seslerini duydular (I follow rivers çalıyordu). Gülüp konuşan bir gruptu bu, dört beş kişi belki.
Füsun ilerledi sağ taraftaki kapıyı açıp içeri girdi. İskeledeki beyaz direk lambalarının ışığı odayı hafifçe aydınlatmıştı. Girişte sol tarafa beyaz renkli karyola, yerde küçük bir İran halısı, sağ tarafta beyaz şifoniyer ve onun yanında da beyaz panjur bir kapı vardı. Karşılarında da perdesi açık boydan boya pencere, cömert boğaz manzarası odanın en kıymetli parçasıydı.
Şifoniyerin üzerinde Kapalı Çarşı’da taklidine ulaşmanın bile kolay olmadığı pahalı marka çantalardan biri duruyordu. Füsun ilk çekmeceyi açıp elini içinde dolaştırdı, peşinden küçük yeşil bir şişe çıkardı. Kapağını şifoniyerin üzerine koyup bir büyük yudum içti ve bir şey söylemeden Mete’ye uzattı.
Şişeyi aldı o da , elinde şöyle bir çevirdi peş peşe iki büyük yudum içti ve yatağın ayak ucuna oturdu. Mete’nin Füsun’a mı yoksa Füsun’un önünde durduğu pencereden boğaz manzarasına mı baktığı tam olarak seçilemiyordu. Füsun ise ona bakıyordu; bir şaka gibi yüzünün ortasına kondurulmuş koca burnu, kalın dudakları vardı. İri gözlerinin üzerine inen geniş göz kapakları bakışlarına bıkkın bir ifade veriyordu. Lise aşkı Mete ise bu ifadenin aksine neşeli, çok esprili bir insandı.
Elektrik düğmesini işaret edip “Fotoğrafları bulayım” dedi ve bir adım daha atamadan Mete, “Açma!” diye karşılık verdi.
Füsun durdu.
Şişede kalan içkiyi bir dikişte bitirdi “Ne yapacaksın şimdi Kars’ı? Ben Kars’la ilgili hiçbir şey bilmiyorum.”
“Anlamadım?”
“Sen şimdi istesen elini kolunu sallaya sallaya burayı terk edersin değil mi? İstesen yani babana söylersin sana hangi ülkeyse orada sıfırdan bir hayat kurar.”
Füsun izlediği bir sürü filmden şunu öğrenmişti, hiçbir şey anlamıyor gibi davranırsa başladıkları noktaya geri dönme şansı olabilirdi, “Fotoğraf bakmak çok eğlenceli bir fikir değil.” dedi zoraki nezaketine zoraki bir gülümseme ekleyerek “Diğerlerinin yanına dönelim mi?”
Mete elindeki boş şişeyi sol omzunun üzerinden yatağa doğru fırlattı, “Hiç zorlanmadan istediğin her şeyi elde etmek nasıl bir duygu? Merak ediyorum geçekten biraz anlatsana.”
İki seçeneği vardı Füsun’un ya sakin kalmaya devam edecekti ya da bir büyük tepki verecek kadar soğukkanlı ve hızlı davranacaktı, “Ben böyle bir hayat yaşamıyorum” diye cevap verdi yumuşak bir tonla.
Mete derin bir of çekti “Sizin gibi insanlarla muhabbet etmek ne kadar zor. Söyle o zaman ne yapıyorsun şimdi?”
Hala normal bir diyaloğu yürütmeye gayret ediyordu Füsun, “Yüksek lisans.”
“Ve bir öğrenci olarak yalıda oturuyorsun. Çünkü canın öyle istedi.”
Gökyüzü çatlarcasına bir gümbürtü koptu. Füsun istemsizce iki eli ile yüzünü kapadı, bir yaprak gibi titriyordu. Mete onu görmüyor gibiydi, “Doğduğum günden beri İstanbul’un dışına bir kere bile çıkmadım. Belki anam babam çıkmıştır. Onlarla tanışma şerefine nail olsaydım bunu sorardım.”
Füsun ileri doğru hızlı bir adım attı. Karşılık olarak Mete ayağa fırladı. Füsun ateşe değmişcesine irkildi, iki adım geri giderken ayakları birbirine dolandı, yüz üstü yere düştü. Mete sırtına sert şekilde bastı. Siyah montunun cebinden bir kerede bulup çıkardı sustalısını, açılış sesi geceye küçük bir çığlık gibi indi, “Bak bu benim sadık dostumdur. Ne istesem yapar.”
Füsun durmadı, kendini kurtarıp yerde sürünerek kapıya doğru ilerlemek için hareket etti. Mete ayağını daha sert bastırarak göğüsünden yere yapıştırdı Füsun’u, “Ortak noktamızı buldum!” dedi yapışkan bir sesle “İkimiz de canımızın istediğini istediğimiz zaman yapabiliyoruz sadece araçlarımız farklı.”
“Yalancı!” diyebildi Füsun, ağzı dolu birinin çıkaracağı türden boğuktu sesi.
Mete tek hamlede sağ dizinin üstüne çöküp bu sefer Füsun’un sırtına iyice yüklendi, sol kolunu içeri çekerek sol elini montuyla kapadı. Bu şekilde Füsun’un çenesini kavrayıp başını ensesine doğru bastırdı. Boynu kusursuz gerilmiş bir yay gibi çıktı ortaya. Sağ elinde tuttuğu sustalı gırtlağını soldan sağa doğru ezbere bildiği yoldan ezip geçti, Mete şaka kutusundan fırlayan bir kukla gibi geriye attı kendini. Kanın üstüne başına bulaşmasını istemezdi.
Saniyeler içinde önce kendinden geçti ardından son nefesini verdi Füsun. Odadan çıkabileceğinden emin olunca Mete, sustalısını kadife elbisenin etek ucuna silip katladı. O sırada yerden beyaz bir yansıma gözünü aldı. Dışarıdan gelen direk lambalarının ışığı Füsun’un kol saati üzerinde parlıyordu. Doğruldu, ayağının ucuyla Füsun’un saatli kolunu çevirdi, yansıma kesildi. Sustalısını cebine geri koydu ve kuru noktaları takip ederek odadan çıktı.
Salona indiğinde Nilay’la Bülent sohbet ediyordu. Yanlarına gidip soru sormalarına fırsat vermeden haberini paylaştı, “Füsun kıyafetini değişecekmiş”. Nilay alaycı bir tavırla “O elbise pek tarzı değildi zaten” dedi. Bülent baş ve işaret parmağı ile yumduğu gözlerinin pınarlarını temizledi. Mete “Bir sigara içelim mi?” diye sordu Bülent’e ve cevabını beklemeden kolunu koluna doladı, iki arkadaş birbirine düğümlenmiş şekilde iskeleye açılan cam kapıya doğru yürüdüler.