adaptasyon sorununa 1e1
sörfüyle ünlü semtimiz karaköy
sörfüyle ünlü semtimiz karaköy
birlikte yüzen torun balıklara “günaydın çocuklar. su nasıl? diye sormuş” genç balıklardan biri diğerine dönmüş ve “su da neyin nesi?” demiş. gözümüzün önündeki en bariz, önemli ve bazen de dehşet verici gerçekler çoğu zaman anlaşılması ve anlatılması en zor şeyler oluyor. deprem de su gibi bizi içine aldı. deprem hakkında yazılı olmayan bir kurala göre burada oturup duygulardan bahsedemeyiz hatta bu edebiyat parçalamak olur, çünkü su da neyin nesi?
post modern bir romanın içinde olsak o zaman da, bir sabah uyandık söylenebilecek tüm sözlerin söylendiği o yerdeyiz, derdik. objektif zaman tüm hızıyla akarken ve bir dakikanın önemi tartışmaya kapalıyken burada hız çağının insanları olarak son sürat giden bir otomobilin içinde bir el, el frenini çekti, asfalta yapıştık, psikolojik zaman durdu.
bunlar da yetmezmiş gibi bir de sırtımızdan vurulduk. insan toprağa güvenir. denizdeyken her şey olabilir ama topraktan gelen felaket ile bir yandan da ihanete uğramış hissediyoruz. köklenme duygumuz yok oldu. bu bize söylenmiş büyük bir hayır!
geçtiğimiz hafta enkaz kaldırma çalışmaları tamamlandı. insanlar sevdiklerini kaybetti. insanlar hayatlarında sahip oldukları ve etraflarında bu zamana kadar olan bitene dair neredeyse tüm somut emareleri kaybetti. hatay’ı bir süre sonucun neden, nedenin sonuç olarak yuvalandığı bir şehir olarak görebilir miyiz?
çünkü bugün bildiğimiz hatay olduğu için insanlar yaşamıyor orada, orada ısrarla yaşamaya çalışanlar olduğu için hatay olmaya devam ediyor.
dinlersiniz hafta sonu diye hem bugün gökyüzünde metro da varmış
hamamından daha fazla meraklısı var bu peştemallerin
kenny harris teknik olarak yağlı boya tercih etmiş. ben soft pastel deniyorum. soft pastel çalışırken yeni boyaların kağıdını çıkarıp gövdesini kullanmak gerekiyor. yağlı pastelde bu şart değil ve mümkünse kağıdı dik çalışmalı. soft pastel toz bir malzeme olduğu için, renkli tebeşir gibi, yatayda yaparken bir taraftan siliniyor da. bu malzemenin en güzel tarafı bence degrade geçişe elverişli olması. bitirdikten sonra sabitleyici yoksa saç spreyi de sıkabilirsiniz.
dönüp bir kere daha okunacak romanı hangisi diye sorsan biz kimden kaçıyorduk anne’yi gösteririm.
bu genelde -bir şeye bakacaktım gibi bi dürtü ile gerçekleşiyor ve alıp baştan okuduğum da oluyor çünkü 181 sayfa.
aşırı yorumlamadan kaçınarak yazmak istiyorum. bu romanı seviyorum diyemem sevmiyorum da ama perihan mağden kendini bildiren bir roman yazmış, bu romanı biliyorum. anne karga ile oluşturduğu fikrisabitini kovamayan bir kadını anlatıyor. kız anası edebiyatına kaçmadan bambisi ile (kendi adını mı koysaydı?) bir ay birimi oluşlarının hikayesini okuyoruz. sıkıntı büyük tabii. çünkü bu aynı zamanda ne yaptığını çok iyi bildiğini düşünen bir kadının da hikayesi.
dizisi çekildiğini okuyunca heyecanlandım. öncesinde aftersun rüzgarı estiği için kafamda arthouse sinema olmasa da sanat yönetimi veya görsel dil mi demeli benzeri bir iş bekliyordum. netflix ise onu alıp kendinin yapmış. kutucuklara böldüğü uygulamasında güzel duracak bir şekilde çekmiş çekiştirmiş hikayeyi.
romandan havalanıp netfilx’e konan anne, ağzına kadar dolu bir kirli sepeti gibi duruyor. sorsak PM ye memnun musunuz diziden? diye eminim söyleyecek bir çift lafı vardır.
çünkü bambi’nin annesi kuyumcu soyar mı? yeterince uzun yaşasaydı belki. belki kuyumcu tekmelerdi kafasını. ama yine de emin olamayız.
planladığım gibi olmadı. normalde bilen bilir elimde cetvelle yaşıyorum. daha ne kadar disiplinli bir hayat sürebiliriz foto galeri. ama perşembe günü boşluğun içerisine düştüm. kızımı okuldan aldım eve getirdim sadece. saat dört, dedim bu saatten sonra da verimli bir şeyler olur neden olmasın. kızım zaten bana temellerde ihtiyaç duyacağı yaşı geride bıraktı. hoş bu en tehlikelisi. çünkü hala bakım almakta (bebek bebektir sonuçta) ve ben tespit edebilmeliyim ihtiyaç hasıl halleri ve öncesini ve de sonrasını. yaşanmıyor mu anlattırdığımda (abrakadabra) “bu şimdi geçen hafta oldu öyle mi?” şaşkınlığı, nasıl çakamamışım? normalde evin içinde anneden bir siyah firkete toka bile saklayamamalı evlat. ama işte..
istanbul büyüsünü yitireli çok oldu. pandemiden sonra şehir ilk büyük göçünü de verdi. artık burada yaşayanlara acıyan gözlerle bakılıyor; sosyal imkanları, sanat hayatı, tarihi, fotoğraf değeri sizin bizlerden bizim de sizlerden sakladığımız onlarca nedene rağmen ruhsal konforunu kaybetti istanbul, fiziksel konforunu ondan da önce kaybetmişti, bir gümleme söz konusu yani.
saat dörtten sonrada bir şeyler pek tabii olur istanbul’da ama istanbulluya olan olmuş aşaması bahsettiğim. modern insanın bir girmede markette yaptığı tercihler bir kızılderilinin ömrü hayatında yaptığı tercih sayısını gücendirir klişesini bilirsiniz işte hikayeymiş o, bugün anlıyoruz. tercih ettiğimizi sandığımız şey çocuklarımıza sunduğumuz akşam balık köftesi mi yersin yoksa bezelye köftesi mi? tercihi. bırak tercih yaptığını sansın tercihi.
neyse ne işte geçen perşembe özgür bir irade olduğu yanılsaması içindeki acınası bir istanbullu saat 16’dan sonra ne yapmayı seçebilirdi? ben bir arter’e gideyim dedim. kütüphanede sanatçı kitabı bakarım, sergide takılırım bir şeyler yerim hem içerinin de dışarının da fotoğraf değeri var. gittim ve oldu da. şehir tüm serbest radikallerimize gözünü dikmişken gerçekten bir inanç var içimde bugün ilk defa sahici anlamda bir şeyi seçme şansımız olabilir o kızılderilileri kafaya takan aforizmalardaki kadar bol keseden değil tek bir şeyi seçebiliriz belki, kafamızı nereye doğru çevireceğimizi.